LEGION

“Hastaneye ilk gittiğimde her çeşit insanla karşılaştım. Papa, krallar ve düzinelerce İsa yeni benliklerinden mutluydular.” -Altmışların ortalarında yatıştırıcılar piyasaya çıkar- “Herkesin yaşamını alt üst etti. Artık İsa falan değildiler, yirmi dört saat boyunca öylece oturup anlamsız şeyler mırıldanır olmuşlardı.”

Yaşamının elli yılını akıl hastanelerinde geçiren Jimmy Laing “Sistemde 50 Yıl” kitabında antipsikotik ilaçlardan sonraki değişimi bu şekilde anlatıyor. Bu yıl ilk sezonu yayınlanan Marvel/FX ortak yapımı Legion, anti-psikiyatri janrı ile ön plana çıkmasa da J. Laing’in kitabında anlattığı cansızlaştırmayı başka biçimde ele alarak psikiyatri ilaçlarını ve hastane sistemini karşısına alıyor ve anlıyoruz ki; psikiyatri süper kahramanları bile tarumar eder! 

Dizideki iki karakter kendini süper güçlü zannettiği için değil, süper güçlü oldukları halde güçleri hastalık zannedildiği için kapatılmışlar. Sistem onlara yetilerinin hastalık olduğunu kabul ettirmiş. Aşık olduğu koğuş arkadaşı (diğer bir mutant olan Syd Barret) yardımıyla aydınlanma yaşayan asıl karakter olan David Haller/Legion, süper güçlerini öğrenmeye başladığında sistemin diğer bir gücünü karşısında buluyor. İlahları kontrol etmeye çalışan devlet gücünün hedefi haline geliyor: “Ya bizim silahımız olursun ya da öldürürüz”.

Legion, Marvel’ın X-Men çizgi roman dizisinin meşhur karakterlerinden biri. TV dizisine uyarlanması Fargo’dan tanıdığımız Noah Hawley tarafından yapılmış. Hawley, aslında bir çizgi roman okuru değil ve projeyi üstlenmeden önce X-Men hakkında bir fikre de sahip değil. Süper güçlü bir mutant hakkında dizi yapma fikriyle karşılaşınca aklına gelen ilk şey, bir akıl hastasının hezeyanları ile “gerçek” süper güçler arasındaki geçişkenlik/belirsizlik ile seyirciyi psikotik bir deneyime çekmek oluyor. Zamanla fikir, süper kahraman hikayesinden akıl hastalığı temasına kaysa da Hawley’in kendi ifadesiyle, “başka insanların acılarını eğlence malzemesi yapmak istemediği için” X-Men uyarlamasına geri dönüyor. Ancak klasik Marvel anlatımlarına göre farklı bir tarz izliyor ve süper kahramanlık teması arka planda kalırken, karakterlerin ince ince işlenmesi ön plana çıkıyor. 

Mutantların güçleri ve yetenekleri değişkenlik gösteriyor. David Haller, X-Men evreninin en güçlülerinden biri. O ve çocukken zihnine parazit olarak yerleşen düşmanı Amahl Farouk (Shadow King) “dünyayı yok edebilecek” kadar büyük güçlere sahipler. Karaktere Legion denmesinin nedeni, telepati ve telekinezi yeteneklerinin dışında, yakınında bulunan diğer insanların ruhlarını absorbe edip, kendi zihninde yarattığı evrende toparlama yeteneğiyle ilgili. Başka bir deyişle zihninde birden çok kişiliği toplayıp bir lejyon oluşturuyor. Çizgi romanda ruhunu absorbe ettiği kişi tabii ölüyor. Çevreden alınmış bu kişilikler Lejyon’un çoğul kişilikli ve deli olma özelliğini belirleyen faktörlerin başında geliyor.

Dizideki David Haller ise biraz daha farklı. Hawley, çizgi roman kültürünün bir miktar dışına çıkarak dizideki mutantları duygusal özellikleri ve içsel çatışmaları olan birer insan olarak ele alıyor ve David Haller karakterinde ele alınan bu iç dünya daha da karmaşıklaşarak iç-dış, hezeyan-gerçek arasındaki sınırların bulanıklaştığı bir deneyime dönüşüyor. İçe alınmış kişiliklerin farklılıklarını veya kişilik bölünmesi belirtilerini değil, “Bu yaşadığım gerçek mi hezeyan mı?” ikilemini görüyoruz. Bu deneyimin içine izleyiciyi çekme yolu ise yaratılan gizemden çok yaratılan estetikle ilgili. Kostüm, dekor, müzikler ve sahne kurguları altmışların psikedelik kültürünü anımsatıyor. Bununla birlikte, ele alınan psikiyatrik durumlar, klinik mekan ve bazı halusinojenik deneyimler ne kadar renkli ve çekici ise, bunları zaptetmeye çalışan kurum (psikiyatri hastanesi) bir o kadar sıkıcı ve despotik olarak resmedilmiş.

Dizinin psikiyatri ile kurduğu antipatik ilişkiye biraz daha yakından bakalım. Dizide psikiyatri, güç ilişkileri, yanlış tanı ve tedavi yöntemleri bağlamında mı eleştiriliyor yoksa bizim psikotik bozukluk dediğimiz şeyin aslında başka bir şey olabileceğini mi savunuyor? Aslında buradaki anti-psikiyatri öğeleri ucuz malzeme gibi duruyor. Yani dizinin temelde psikiyatri ile bir derdi yok gibi. Kaldı ki, ortalama bir nörotiğin, psikotik bir deneyime olan ilgisi, psikiyatri ile uğraşmak zorunda da değil, psikotik durumlar psikiyatrinin tekelinde de değil. Bu anlamda anti-psikiyatrinin, psikiyatriye yönelttiği “tekelinize almayın” haklı eleştirisinin altını çizmekte fayda var. Ama tektipleştirme bağlamında haksız bir durum var, o da şu: psikiyatri bir karikatürden ibaret değil. Legion dizisi de, psikiyatriye ilişkin imgelerinde klişeye başvuruyor, psikiyatri pratiğini bir karikatür olarak resmedip bu resmin içinden yetileri yanlış anlaşılmış bir süper kahraman çıkarıyor. Burada özdeşim kurulması istenen odak noktası (bir anlamda seyircinin bakışı ile kurulan iktidar) hasta tarafında olduğu için psikiyatri çalışanları sıkıcı hödükler olarak resmedilmiş olabilir. Tersi bir örneği Hannibal dizisinden verebiliriz: özdeşim kurma bağlamında iktidarda olan özne, psikiyatrist (Hannibal) olduğunda sıkıcılaşan hastalar olmuştu ve muhtemelen pek çok izleyici Hannibal’ın sıradan hastaları için “bu salağı umarım yer” düşüncesine kapılmıştır. Psikiyatri mi haklı, anti-psikiyatri mi? Sorun şurada, izleyiciye gösterilen odak neyse karşıtı karikatüre dönüşüyor ve karşıtlığın konusunun özel bir önemi bulunmuyor. Yani izleyicinin seçme hakkı, eleştirel mesafeyi koruma şansı bu özdeşime dayalı dille pek mümkün değil. Başka bir seçenek de sinik bir umursamazlık hali elbette.

Kahramanla özdeşim talimatı, pek çok Amerikan yapımında kaçınılmaz olarak bulunur. Legion’da bundan öte estetik, nostaljik bir çekim de var. Dizinin müzikleri, atmosferi, hippi oyuncular, renkli halusinasyonlar vb bir çok öğe ile kurulmuş olan psikedelik ortam orta yaş üzeri izleyiciyi belirli bir nostaljiye de davet ediyor. Psikedelik müzik denince akla gelen ilk isimlerden olan, Pink Floyd’un kurucusu, Syd Barret, başrol kadın oyuncuya ismini (Sydney Barret), erkek oyuncuya (David Haller) ise görünümünü vermiş; David’in pejmürde saçları, yüz şekli ve ifadesi Syd Barret’i oldukça andırıyor. Hatta Pink Floyd’un akıl hastalığı ile ilgili konsept albümü Dark Side Of The Moon, Hawley için esin kaynağı olmuş. Dizide bir şekilde Syd Barret’a yer verilmiş olması, yapımın anti-psikiyatrik yönünün klişelerle sınırlı olmadığını da düşündürmüyor değil. Çünkü Syd Barret, küçük yaşta depresyon tanısı almış, uyuşturucu bağımlılığı, davranış problemleri olan  ve muhtemelen klinik psikiyatri tarafından eziyet görmüş biri. Uyuşturucu ve davranış problemleri nedeniyle henüz yolun başındayken Pink Floyd’la yolları ayrılıyor ama sonra grup arkadaşları yaptıkları albümlerde onun etkisini hissettiriyorlar, hatta, ona adadıkları Wish You Were Here albümünün bir parçasında Syd’e şu çağrı yapılıyor: “Parılda çılgın elmas!”. Bir akım olarak anti-psikiyatrinin, Syd’in Pink Floyd’u ile aynı yıllarda, aynı ülkede ortaya çıkmış olması da başka bir tesadüf.

Psikiyatri eleştirisi yeni olmasa da anti-psikiyatri, kavram olarak 1967 yılında ilk kez David Cooper tarafından kullanıldı ve hem klinik hem de felsefi bir akım olarak o yıllarda başka isimlerin de etkisiyle ön plana çıktı. Sonrasında anti-psikiyatriye psikiyatri cephesinden de azımsanmayacak bir yönelim oldu ve bu eğilim belli bir psikiyatri ekolünde halen devam ediyor. Bunun asıl nedeninin Freud olduğunu düşünüyorum. Psikiyatrinin muktedir tarafıyla hesaplaşma işinde bana göre kurucu isim Freud’tur. Freud zamanında meslektaşlarının neredeyse tamamı psikiyatrik sorunları beyin hastalığı olarak görüyordu ve hastalara “beyinlerini iyileştirmek için” eziyet ediliyordu. Freud, doktor ve hasta arasındaki güç ilişkisine dayalı hiyerarşiyi ortadan kaldırmayı ve kaotik ruhsal yapıyı bilinçdışı kavramı ile bütün insanlara mal etmeyi başararak bir bakıma anti-psikiyatrik bir devrime yol açtı. Buna göre, psikanaliz, doktorun iktidar alanı değil, hastanın kendi analizini yapan asıl özne olduğu iktidarsız bir özneler arası süreçti. Daha da önemlisi Freud, Batı’nın kendi aklına ayrıcalık tanıyan rasyonel iktidarını da “aklımızın efendisi olmadığımız” teziyle, bütün kültürü etkileyecek şekilde bir güzel silkeledi.

1960’larda Avrupa’da ortaya çıkan anti-psikiyatri akımı, ilk bakışta klinikle ilgiliydi ve hedefinde kitleler halinde toplumu hapseden tımarhaneler ve şizofreni hastalığı bulunuyordu. Anti-psikiyatri, psikiyatrinin bir baskı aygıtı olduğunu, doktor ve hasta arasında bir güç ilişkisi olduğunu, tedavi yöntemlerinin hastalara faydadan çok zarar getirdiğini ve özellikle elektrikle veya insülinle yapılan şok tedavisinin, lobotomi gibi yöntemlerin tehlikeli olduğunu savunuyordu. Bu görüşe göre, psikiyatrik tanılar bilimsellikten uzak bir keyfilikle konuluyor, hasta ilan edilen kişiler etiketleniyor ve zorla kapatılıyordu. 

Dönemin düşünürlerinden Foucault, psikiyatriye bilimsel bir eleştiri yapmaktan öteye geçti ve iktidarın bilerek ve isteyerek tahakküm aracı olarak modern psikiyatriyi kullandığını öne sürdü. Buna göre kapitalist toplumun işleyişi için “kapatılma” etkili bir toplumsal düzenleyici işlevini görüyordu. Psikiyatri, kapatılmak için suç işlemeyi gerekli olmaktan çıkararak iktidara büyük bir fayda sağlamıştı. Artık sistemin işine yaramayan herkes psikiyatrik bir etiket yapıştırılarak kapatılabilirdi. Foucault’nun “Büyük Kapatılma” (1) adını verdiği olay oldukça çarpıcıdır: 1656 yılında Paris’te Hôpital général (Genel Hastane) adlı bir kurum kurulmuş ve kısa sürede üç yüz bin nüfuslu şehrin yaklaşık altı bin sakini bir takım gerekçelerle bu kuruma tıkılmıştı. Bu, döneme ve nüfusa göre düşünüldüğünde oldukça büyük bir rakamdı. Aynı dönemde Avrupa’nın başka şehirlerinde de benzer kurumlar kurulmuş ve “yaşlılar, sakatlar, çalışamayan veya çalışmak istemeyen kimseler, eşcinseller, akıl hastaları, müsrif babalar, hayırsız evlatlar” hiç ayrım yapmadan aynı kurumlara kapatılmıştı.

Foucault, söz konusu eserinde kapitalist toplumun kendiliğinden işleyişi için yeni bir kavram kullandı: “disiplinci iktidar”. Buna göre işsizleri, aylakları kurumlara kapatmak yüksek maliyeti nedeniyle anlamsız bir işti ama bu yolla toplumun geri kalanı için içselleştirilmiş bir denetim mekanizması oluşturulduğu için maliyetine rağmen bu kurumların sayısı hızla arttı. Daha basit bir anlatımla toplum, hastane veya hapisaneye hapsedilmekten korktuğu ve yaftalanarak toplum dışı bir kategoriye itelenmek istemediği için kendiliğinden itaat ediyor, itaat etme içselleştiriliyordu. 

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Avrupalı düşünürler, “iknaya dayalı itaat” bağlamında başka bir kavrama daha odaklandılar: ideoloji. İdeoloji, bir dış gücün kontrolünde ortaya çıkan bir kandırılma hali miydi, özünde özgür olan öznenin öznelliğini tahakküm altına alan bir araç mıydı, yoksa ideoloji rıza yoluyla işleyen ve dışına çıkılamayacak bir evrenin ta kendisi miydi? Bu tartışmalar 1980 sonrası dönemde, cunta döneminin etkisinin hafiflemesiyle birlikte birazcık nefes alan aydınlar tarafından Türkiye’ye de taşındı. Memleket aydınları, jandarma dipçiği, polis jopuyla kurulmuş bir sistemin analizinin de en az kaba şiddet kadar sığ olduğunu mu düşündüler bilmiyorum, ideoloji kavramına sıkıca tutundular ve derin tartışmalar yapıldı. 

Psikiyatri, anti-psikiyatri karşıtlığına ve Hollywood’un yukarıda değindiğim ideolojik koşullandırmasına, “ideoloji” kavramı bağlamında tekrar odaklanmadan önce Zizek’e başvurarak bir referans oluşturmak istiyorum. Zizek, Marx’ın, ideoloji için “bilmiyorlar ama yapıyorlar” formülüyle dile getirdiği yabancılaşma sürecine yeni bir okuma getirir. Marx’ın formülünde bir işçinin kendi emeğine yabancılaştırıldığı bir bilmeme süreci ve bu yabıncılaşmanın getirdiği doğal kabülle işleyen sömürü mekanizması ideolojinin işleyişi için örnektir. Zizek bu formülasyonu farklı biçimde ele alır:

“İnsanların bilmedikleri şey, faaliyetlerinin, toplumsal gerçekliklerinin kendisinin, bir yanılsama, fetişist bir tersine çevirme tarafından yönlendirildiğidir. Gözden kaçırdıkları, yanlış-tanıdıkları şey gerçeklik değil, kendi gerçekliklerini, kendi gerçek toplumsal faaliyetlerini yapılaştıran yanılsamadır. Şeylerin gerçekte nasıl olduğunu gayet iyi bilirler, ama yine de bilmiyormuş gibi davranırlar. Dolayısıyla bir çifte yanılsama söz konusudur: O da gerçeklikle kurduğumuz gerçek, fiili ilişkimizi yapılaştıran yanılsamayı gözden kaçırmayı içerir. Bu gözden kaçırılan, bilinçdışı yanılsamaya da ‘ideolojik fantezi’ adı verilebilir.

Eğer ideoloji anlayışımız, yanılsamanın bilgiye yerleştirildiği klasik anlayış olarak kalırsa, o zaman günümüz toplumu ideoloji sonrası bir toplum olarak görünecektir: Yaygın ideoloji sinizm ideolojisidir; insanlar ideolojik doğruya artık inanmazlar; ideolojik önermeleri ciddiye almazlar. Gelgelelim, ideolojinin temel düzeyi, şeylerin gerçek durumunu maskeleyen bir yanılsama düzeyi değil, bizatihi toplumsal gerçekliğimizi yapılaştıran (bilinçdışı) bir fantezi düzeyidir. Ve bu düzeyde, ideoloji sonrası bir toplum olmaktan tabii ki çok uzağızdır. Sinik mesafe, gözlerimizi ideolojik fantezinin yapılaştırıcı gücüne kapamanın birçok yolundan sadece biridir: Şeyleri ciddiye almasak bile, ironik bir mesafe takınsak bile, onları yine de yapıyoruzdur.” (2)

Legion’a dönecek olursak, dizide ortaya konulan karşıtlıklar (hezeyan-gerçeklik, iyi-kötü, psikiyatri-anti-psikiyatri vb) bütünüyle yukarıda söz edilen “yanılsama” evreninde cereyan eder ve bu anlamda ortaya konan etik bir sav yoktur. Zizek’in ve Marx’ın dile getirdiği yanlış tanıma/yanılsama süreci, öznesi olmayan, bilinçdışı bir işleyiştir ve bu anlamda ideoloji bilinçdışı fanteziler toplamı olarak ele alınabilir. Dolayısıyla Legion’da gördüğümüz, Hollywood’tan alışık olduğumuz ideolojik talimatın çıkış noktası gizli iktidar güçleri değil, kendiliğinden işleyen, yansımaları büyük ölçüde bilinçdışı olan toplumsal antagonizmalar düzlemidir. İdeolojik “yönlendirme”nin iktidar lehine yazılması için artık başkandan telefon gelmesi gerekmiyor yani. Serbest piyasa, meta kültürü gibi kapitalizme özgü özellikler bunu doğal bir sonuç olarak ortaya çıkarıyor. Foucault’nun dile getirdiği kurumsal büyük kapatma, serbest piyasanın yeterince “serbest” olduğu pek çok ülkede meta fetişizmi ile kendiliğinden sağlanıyor diyebiliriz. 

İdeolojinin işleyişine örnek olarak fantastik kurguları veya klişeleri ele alalım. Gösterilenin bir karikatür veya fantezi ürünü olduğunu biliriz, belki “ciddiye almayız, ironik mesafe bile takınabiliriz ama yine de” kaptırırız. Mesela, şizofreninin aslında bir hastalık değil, toplumdan farklı özelliklere sahip bireylerin kendine has deneyimi ve hatta yetisi olduğuna ilişkin teze yakın duruyor oluşu dizinin ilk klişelerinden biridir. Bunu bilimsel olarak eleştirebilirsiniz. Hatta, bu görüşün popüler savunularında, şizofren olmayan nörotik bireyin dünyayı farklı yorumlamayla ilgili büyüklenmeci fantezisine dikkat çekebilir, incelikli bir kültür eleştirisi de yapabilirsiniz. Ama bu eleştiriye fazlaca kaptırırsanız büyük olasılıkla anti-psikiyatristlerin karşı savıyla değil genç bir trolün alaya almasıyla karşılaşırsınız. Buradaki ideolojik talimat, “Fazla ciddiye alma!”yı da içerir. Günümüze ilişkin başka bir örnek popüler kültürden verilebilir; yerde tüy bulup “meleklerden mesaj var” anlamını çıkaran, tek tanrılı dinlerden nasibini alamamış azımsanmayacak sayıda kentli insan var. Kimlik bunalımı yaşayan, kentli/eğitimli orta sınıflar, tavuğun tüyünde, atomun altında veya şizofreni hastalarının acı verici hezeyanlarında Tanrısal bir anlam arıyor olabilirler. Yani artık Tanrı bile ciddiyetini yitirdi ve çeşitli, renkli ambalajlarla paketlenen, yok edilemez esneklikte bir metaya dönüştü. Zizek’in sinizm kavramıyla işaret ettiği bu “fazla ciddiye almama” hali ideolojinin baskın tonuna dönüşmeye başladı.

Dizinin derdi temelde “şizofreni hastalık değildir” veya “psikiyatri çalışanları insandaki cevheri anlamayacak hödüklerdir” veya “psikiyatri bir baskı aracıdır” gibi savları estetize etmek olmasa da, bunu bir fon malzemesi olarak ortaya koyması, fondaki bu “zaten öyle” kabulü dikkat çekici. “Zaten öyle”nin tartışmaya fırsat vermeyen ideolojik baskısı şurada: “Bizim size birer karikatür olarak resmettiğimiz her şey bundan daha fazlası değildir”. Tartışmaya gerek var mı? Hollywood’un, özellikle Soğuk Savaş döneminde yaptığı ve halen devam eden “kötü” karakterleri komünistlerden oluşturmadaki kendinden eminliği devam ediyor. Dizideki bu indirgemeci sinema diline özgü stereotipler tartışılması gereksiz gerçekler olarak ideolojik zemini oluşturuyor ve meta iktidarının dilini zaman zaman ona karşıymış gibi görünerek de üretmeyi başarıyor. 

Yukarıda da belirttiğim gibi, tektipleştiren öznenin kendine güvenli, kendini referans alan mutlaklığında iktidar mayasının olduğunu söylemek abartılı olmaz. Burada ideolojik üretimin tekeline sahip olanın temel görüngüsü muktedir olanla sınırlı değil artık. Yani resmi Amerikan ideolojisini artık Rambo’lar temsil etmiyor. Daha incelikli ve işe yarar bir yol keşfedildi: Günümüz sisteminde, metayı (arzulanması istenen şeyi) belirleyen, belirleme gücüne sahip olanın ideolojik iktidarıyla karşı karşıyayız. Totaliter olana alışık gözler, iktidarı, metalaşma diyalektiğinde aramayı ihmal edebilir ama aslında totaliter sistemlerin kendisi de serbest piyasanın eritici gücüne direnemez. Yine aynı örneğe dönersek, Rambo artık yenilmez değildir, arzuyu yutan her gösteren Rambo’yu mum gibi eritebilir. Bu anlamda asıl iktidar sivil toplumun fantezisini metaya dönüştürme yetisine sahip olan görünmez bir şey sayesinde işler. Fanteziyi metaya dönüştürmek Amerikanvari bir tektipleştirmeyi kaçınılmaz kılar. Her şey, her olgu belirli arzulanma biçimlerine dönüştürülüp paketlenerek satılabilir.

Diğer yandan, klişeler ve yönlendirmeler ile kurulan ideolojik evren ortalama bireyin ideolojik ihtiyaçları için bir bakıma gereklidir. Ya da başka bir deyişle insanlar inanmak istediği şeye inanırlar veya travmatik gerçeğe direnmenin kendisi bir fanteziden ibarettir veya (inanmak istenilen şey anlamında) “fantezi”den başka yolumuz yoktur. Kapitalizmin alternatifsiz ve mutlak olduğuna ilişkin kabul o kadar yerleşiklik kazandı ki toplumun temel antagonizmasına (sınıfların varlığı) işaret eden ve bunu değiştirme idealiyle kurulan fantezi (ki psikanalitik anlamda diğer fantezilerden farkı yoktur) yerini süper kahramanla özdeşleşme, kıyamet sonrası dünyayı bekleme, doğaya dönme, panteistik yönelimler vb farklı kimlik edinme biçimlerine bıraktı. Legion ve son dönemde yapılan Hollywood menşeili pek çok televizyon dizisinin şaşırtan düzeyde estetik zenginliğe sahip olması acaba bununla mı ilgilidir merak ediyorum.

  1. Büyük Kapatılma, M. Foucault, Ayrıntı Yayınları, 2015
  2. İdeolojinin Yüce Nesnesi, S. Zizek, Metis Yayınları, 2011