Nefret iyidir… NOKTA!

Garip bir başlık oldu ama kendime güvenim tam. Tek cümle ile bir iddia ortaya koyup, büyük harflerle yazılan NOKTA! ile vurucu darbeyi indiren, bütün tartışmayı sonlandıran müthiş bir yöntem. Sosyal medyada sık kullanılan bu jargonu ne zaman görsem gülme ile donma arasında bir duygu oluşuyor, sabit gözlerle bir süre öylece bakıyorum yazılana. Kendini ifade etmenin bir biçimi deyip geçesim geliyor ama ifade sahibinin iki yaşında çocuğa taş çıkartacak ben-merkezciliğine hayran kalıyorum. Bu nasıl bir histeridir ki tartışma bitiren son sözü söylüyor olmaktan, bunun kamuoyunda sansasyon yaratacağından bir an olsun şüphe edilmeden gürül gürül paylaşılır? Hayran olmamak elde değil. Hani Stephan Hawking, kara deliklerle ilgili NOKTA koyan bir kuramını açıklıyor ya, bu kadar hayranlık yaratmıyor. Eleştirdiğim ya da dalga geçtiğim düşünülmesin. Günümüz sosyal medya öznesinin NOKTA! koyan tarzının post-modern hatta ultra-modern bir şey olduğunu düşünüyorum. Ama işin nefretle ilgili kısmı pek matrak bir şey değil. Kendi inandığı yasanın her şeye kadir olduğuna inanan öznenin NOKTA! ile ifade ettiği Tanrısal kudret ve kendinden eminlik hali şişede durduğu gibi durmuyor toplumsal düzeye çıkıldığında. Kimlik dediğimiz nanenin bu kirli yanı öyle zehirli ki NOKTA’lar birleştiğinde lince dönüşüyor. 

Yine de nefret iyidir! Ciddiyim. Durun anlatayım. Doğadaki diğer türlerle başlayalım. İnsan dışındaki hayvanlarda nefret ya da ona benzer bir duygu taşıyan tür var mı acaba diye düşündüm. Aklıma şempanzeler geldi. Sınıflandırmada bize en yakın tür. Genetik olarak yüzde iki gibi küçük bir fark var şempanzeyle aramızda. Şirinliklerine aldanmayın çok yırtıcı, acımasız hayvanlar. Toplu halde maymun avına çıktıkları sahneler insanın tüylerini ürpertiyor. Sırıtarak, çığlık atarak, ağaçtan ağaca atlayarak bayağı vandallık görüntüleriyle grup halinde küçük maymunları, hatta rakip şempanzeleri avlıyorlar. Sonraki görüntüler daha dehşetli: bir primatın başka bir primatı elinde gofret gibi tutarak ısıra ısıra yeme sahnesini ilk gördüğümde epey ürpermiştim. Aslanın zebra yemesine alışığım ama bu görüntü, beden yapısı, ellerin kullanılması gibi nedenlerle insana kendi türüyle ilgili tatsız şeyleri çağrıştırıyor. Bu tür sahneler linç olaylarına görsel olarak benzese de nefretle uzaktan yakından ilişkisi yok kanımca. Primat davranışlarında durup dururken birbirine eziyet etme gibi insanı çağrıştıran epeyce çirkinlik olsa da bu hayvanlar masum. Aynı şeyi toplu tecavüz sahnelerinden tanıdığımız sevimli dostlarımız yunuslar için bile söyleyebiliriz. Nefret, insana özgü bir duygu ve insanın biyolojisiyle bile değil kültürle ilgili. 

Buradan yola çıkarak şu soruyu soralım: Çocuklarda nefret duygusu var mıdır? Ya da nefret duygusu ne zaman ortaya çıkıyor? 

Kendilerini dünyanın merkezinde görmeleri nedeniyle dev NOKTA’ları fırlatanlara benzeseler de çocukların Tanrısallığı, Tanrısal bir yasayı ölümcül biçimde savunan erişkinlerden oldukça farklı. Örneğin iki yaşında bir çocuk “Baba parka gidelim” deyip “Gidemeyiz, yağmur yağıyor” cevabını alınca “Yaa yağmasın!” deme cüretini gösterebiliyor! Yağmasın deyince yağdırmamayı becerebilseydik, baba-oğul-kutsal ruh üçlüsünü ilan edip tartışmayı kapatırdık herhalde (NOKTA!). 

Çocuğun Tanrısal gücü dil-öncesi dönemde Freud’un “okyanussal benlik” adını verdiği bir zihinsel durumla başlıyor, dile girişle birlikte ikna edilebilir bir masum Tanrı’ya dönüşüyor çocuk. Çocuğun kendisinin Tanrısal olduğu durumdan, dehle çüşle, ötelerde olan bir Tanrı’nın (babanın) yasasını tanıdığı duruma geçişinin öyküsü psikanalizin temel konularından biri. Çocuğun kültürün bir öznesi haline gelmesi, psikanalizin “babanın yasası” dediği yasayı tanımasıyla oluyor. İnsan yavrusu tarafından yasanın tanınması, dile giriş ve sonrasında kuralların benimsenmesi ile iki kritik aşamada tamamlandığında “Yaa yağmasın!” diye tepinen minik canavar artık “Yağmur yağınca parka gidilmez değil mi baba?” diyen küçük bir Makyaveliste dönüşüyor. Yasaya ve yasayı temsil edene yaltaklanma ile yasaya karşı çıkma arzusu arasındaki çatışmalı süreç kültürel çevre tarafından ince ince işleniyor. 

Basit bir babaya yaranma davranışının acımasız bir içsel sese dönüşme olasılığı da var. Psikanalizin temel kavramlarından olan “süperego”, babanın yasasının sınırlayıcı, cezalandırıcı bir iç sese dönüşmesini tanımlıyor ve bu bir hayvan yavrusunun insana dönüşmesinin asli unsurlarından biri. Yani süperegonun gelişmediği bir insan ruhsallığından bahsedemeyiz ancak süperego bir bireyde oldukça zayıf, başka bir bireyde aşırı katı/cezalandırıcı olabilir. Çocukta süperegonun gelişimi, bunun biçimi ve etkileri kültüre ve kültürün/yasanın özetini çocuğa aktaran anne-babaya bağlıdır. 

Çocuğun zihinsel gelişiminde söz konusu değişkenlere de bağlı olarak türlü türlü nefret etkeniyle karşılaştığını düşünüyorum. Sabit ruhsal bir durum anlamında nefret kimlik gelişimiyle ilgili ama çocukta kimliğin gelişiminin öncesinde de nefretin izlerini bulmak mümkün. Aslında özünde hayatta kalma stratejisi olarak sevilmek için ya da Lacancı deyişle ötekinin arzusunu elde etmek için elinden gelen her şeyi yapan ve bu anlamda masum olan bir canlıdan söz ediyoruz. Ancak süreç içinde kültürün bu talebe verdiği cevapla birlikte özne şekillenirken bana göre bir yan etki olarak değil, özsel olarak nefreti ortaya çıkaran çekirdek yapı da oluşuyor. Yani kimliğin kazanılmasında tarihsel-toplumsal bir çatışmanın sonucu ve gereği olarak ölümcül bir kimlik oluşmasa bile, hatta kimliğin oluşmasından önce de nefretin izlerini çocuklarda bulmak mümkün. Kültüre, tarihsel döneme, aile dinamiklerine vb bağlı olarak anne-baba tutumundaki farklılıklar, çocukta belirmeye başlayan nefreti ehlileştirebilir veya bir norm haline gelerek bütün toplumsal dokuya sirayet eden bir çılgınlığa dönüşebilir (bkz savaşlar). 

Çocuğun zihinsel gelişiminde anne-baba tutumuna ilişkin komik ama günümüz anne-babalarında son derece sık görülen bir örnek için Zizek’e bakalım. Zizek bir söyleşisinde post-modern baba ve geleneksel babayı şöyle karşılaştırır: 

“Diyelim küçük bir çocuksunuz ve eski kafalı bir babanız var. Pazar günü öğleden sonra babaannenizi ziyaret etmeniz gerekiyor. Eski kafalı totaliter baba, size ‘ne hissettiğin umurumda bile değil, gitmek ve orada düzgün davranmak zorundasın’ diyecektir. İyi… Direnebilirsiniz… Hiçbir şey bozulmaz! Ama diyelim ki hoşgörülü ve post-modern bir babanız var. O size şöyle diyecektir: ‘Babaannenin seni ne kadar sevdiğini biliyorsun. Ama yine de onu sadece gerçekten istiyorsan ziyaret etmelisin.’ Şimdi, aptal olmayan her çocuk ki hiç de aptal değiller, bu özgür seçimin kendi içinde gizliden gizliye çok daha kesin bir emir barındırdığını bilir. Babaannenizi sadece ziyaret etmek değil ama bundan hoşlanmak da zorundasınızdır.” 

Zizek, aynı örneği verdiği başka bir söyleşide post-modern babanın yarattığı içsel zorunluluğu “Yalnızca babaanneni ziyaret etmeyi istemek değil, bunu özgürce seçmek de zorundasın” cümlesiyle vurguluyor. Söz konusu özgür seçim ve bu seçimleri sevme zorunluluğunun çocuğun iç dünyasında yarattığı travmatik etki ya da süperego inşasının bu acımasız biçimi, bizim gibi toplumlarda henüz pek yaygın olmasa da Batı kültürüne özgü örtük nefretin oluşumundaki etkenlerden biri olduğunu düşünüyorum. 

Zizek’in alay ettiği şey (post-modernizm) görece yeni olsa da meselenin kökü Avrupa tarihinde daha eskiye uzanıyor. Ortaçağ’daki çıplak barbarlık dönemi bittikten sonra evcil bir görünüme bürünen Batı’nın kendi çocuklarına öyle ya da böyle zerk ettiği rasyonalizmin içine gizlenmiş nefretin şiddetten değil rızadan beslendiğini düşünüyorum. Bu anlamda süperegonun oluşumuna oldukça benzer biçimde, hatta ondan bağımsız olmayan bir içselleştirme mekanizması ile insan ruhunu zehirleyen bir gizli nefret şekilleniyor. Evet belki bizim coğrafyadaki gibi hoyratça yaşamıyorlar ama mavi gözlerin ardına gizlenmiş buz gibi bir nefret pek çok alanda kendini hissettiriyor. Bu arada, “Biz barbarız tamam ama onlar da nefrette bizden aşağı kalır değil!” cümlesindeki gibi bir hamaset peşinde değilim. Bilakis nefretin iyi olduğu gibi garip bir tezi işlemeye çalıştığım için arada etik bir ayrım yapmıyorum. 

Avrupa toplumlarında özellikle Almanlar’da cisimleşen oto-kontrol veya içselleştirilmiş disiplin anlayışı ilk bakışta huzurlu, sakin ve barışçı bir kültürün bireylerini gösteriyor bizlere. Türkiye de dahil Ortadoğu’da görmeye alışık olduğumuz toplumsal düzensizlik, kontrolsüz öfke, galeyana gelme ve linç gibi durumlardaki çıplak nefretle kıyaslanınca Batı’nın ruh hali pek çoğumuza çekici geliyor. Ancak oradan bakanların bir kısmı için durum hiç de öyle değil. Bu meseleye kafayı takmış olan bir yönetmen olan Michael Haneke, filmlerinin hemen hemen tamamında Batı’nın barışçıl huzurunun altında gizlenmiş nefreti ve şiddeti ele alıyor. “Yedi Kıta”, “Benny’nin Videosu” ve “Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası” adlı üç filmine Avrupa’daki nefretin donuk rengine gönderme yaparak “Buzlaşma Üçlemesi” adını veriyor. Belli ki Avrupa’dan epey sıkılmış bir yönetmen. 

Konu çocuklarda nefret ve şiddet olunca akla gelen ilk örnek belki de “Sineklerin Tanrısı” ama önce Haneke’de biraz duralım. 2009’da Cannes’da büyük ödülü alan “Beyaz Bant – Bir Alman Çocuk Hikayesi” (Das Weisse Band – Eine Deutsche Kindergeschichte) filmi Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde bir Alman köyünde geçen olayları anlatıyor. Bir barona bağlı köylüler, kahya, papaz, köy doktoru ve öyküyü bize anlatan bir öğretmen ve çok sayıda çocuk var öyküde. Bir öyküde baron, barones ve kahya varsa cinayet de vardır! Burada da var. Son derece katı bir disiplinin ve erkek egemen bir yapının yansıması olarak kadınların ve çocukların gördüğü eziyet filmde ön plana çıkıyor ama yaşanan her şey oldukça sıradan. Haneke, bütün filmlerinde olduğu gibi sıradanlığın içinde gizlenmiş olan nefreti bu filmde de izleyeni huzursuz eden bir biçimde aktarıyor. 

Köy, Almanya’nın sıradan bir köyü, yaşananlar sıradan olaylar, ilk bakışta görülen şey güzel bir kırsal yaşam. Almanların ortak yasası (ki bu, filmde, çocuklara acımasız cezalar veren, kadınları aşağılayan, ensest yapan, bütün yaşama hükmeden babalar tarafından temsil ediliyor) çocuklara olağan ev kuralları, kilise ve okul tarafından sıradan biçimde aktarılıyor. Ama bu sıradanlığın içinde gittikçe artmakta olan bir gerilim, elle dokunulabilir bir nefret belirmeye başlıyor. 

Önce köyün doktoru, telle kurulan basit bir tuzak nedeniyle attan düşüyor ve ağır yaralanıyor. Sonraki bir yıl içinde, köylülerden bir kadın kaza geçirip ölüyor, kadının oğlu intikam için baronesin lahana tarlasını dağıtıyor, baron ve baronesin küçük oğulları kayboluyor ve işkence görmüş olarak bulunuyor, doktorun çocuklarına bakan ebenin özürlü oğlu işkence görüyor ve gözleri oyulmuş halde ormanda bulunuyor, çiftlikte yangın çıkıyor ve benzeri başka kötü olaylar yaşanıyor. Bütün bu olayların faili bir türlü bulunamıyor ama bütün olaylarda köydeki çocuklarda yoğunlaşmış olan nefrete dair işaretler görüyoruz. Filmin sonunda olayların çocukların başının altından çıktığı düşüncesini papaza açıyor köyün öğretmeni. Ama papaz (ve diğer babalar da) aslında gerçeğin bu olduğunu sezse de öğretmeni büyük bir öfkeyle reddediyor ve kimseye bu iddiasını söylememesi için tehdit ediyor. Filmin sonuna doğru gerilimin doruk yaptığı bir anda baronu terk etmeye hazırlanan barones, ayrılma isteğini barona “Ayrılıyorum böylece çocuklar, kötülük, kıskançlık, ilgisizlik ve gaddarlığın hüküm sürdüğü bir çevrede büyümüş olmayacaklar.” sözleriyle bildirirken kahya içeriye dalıyor ve Birinci Dünya Savaşı’nı başlatan suikasti haber veriyor. 

Haneke, bu filmde 1900’lerin başında Alman okullarında ve aile içindeki disiplin eğitiminde çocuklara aktarılan buz gibi nefretin ileride Nazi gaddarlığına dönüşeceğine işaret ediyor olsa da daha genel bir insani durumun yalnızca bir örneğini sunduğunu söyleyebiliriz. Ortaçağın dolayımsız, çıplak vahşetinin ardından gelen aydınlık günlerde beliren “akıl” o kadar da masum değil anlayacağınız. Hatta dolayımsız nefret ve şiddete kıyasla akıla dayalı bir toplum sözleşmesinin ardına itilmiş olan nefretin geri dönüşünün daha yıkıcı olabileceğini, iki dünya savaşı ve sonrasındaki bölgesel savaşlardaki rolüyle bize göstermiş oldu Batı’nın kutsal aklı. Haneke, kendi toplumunu omuzlarından tutup sarsıyor: “Böyle sakin, buz gibi durmayın, içinizde bastırılmış olan çok büyük bir nefret var!”. 

Rivayete göre, Avrupalı şirin bir küçük burjuva ailesinin vandallar tarafından gördüğü eziyetin anlatıldığı Funny Games’in bir gösteriminde gerilim doruk noktasındayken nihayet psikopat katilin öldürüldüğü anda bütün salon ayağa kalkıp alkışlamış. Haneke’nin “Size bir cinayeti alkışlatmayı başardım” dediği söylenir sonra. Omuzdan tutup sarsmak biraz da böyle oluyor.

Çocuk denilen masum canlının dahi insana özgü, özsel bir nefret taşıdığını iddia edebilir miyiz? “Sineklerin Tanrısı” bu soruyla ilgili bir tartışma koyar ortaya. Issız bir adaya düşen uçaktan kurtulan çocuklar kısa bir süre sonra vahşileşir ve birbirlerini öldürmeye başlar öyküde. Bolca kan döküldükten sonra durdurulamaz nefret adayı ateşe verir, ateşten ve cinayetten kaçarak kumsala giden çocuk ve peşindekiler kurtarmaya gelen bir erişkinle karşılaşır. Erişkin, şaşkınlık ve dehşet içinde sorar: “Ne yapıyorsunuz?”, cevap: “Oyun oynuyoruz!”. Sonuçta “İnsanın özünde nefret vardır” denilebilir öyküye bakarak ama önemli bir ayrıntı vardır: adaya düşen uçak savaş zamanı askeri okulda okuyan öğrencileri taşımaktadır. Çocuk uyum sağlayan bir canlıdır, ona verdiğinizi alırsınız. 

Bana göre, nefret çocuğun gelişiminde kaçınılmaz olarak ortaya çıkan, özsel bir durum değil. Tabii nefreti öfke ile karıştırmamak gerekiyor. Çocuğun ruhsal inşa sürecinde bir yapı taşı olarak yani sabit bir durum olarak ya da dünya karşısında bir ruhsal konumlanış anlamında öfkeli, saldırgan bir potansiyel olduğunu düşünüyorum nefretin. Ve bu illa ki bir yerde ortaya çıkmak zorunda değil. 

Yukarıda söz ettiğim canlılar ve küçük çocukların masumluğu ahlaki bir tanımlama değil. Doğanın bir zorunluluğu olarak hayatta kalmak, genlerini devam ettirmek için değişen koşullara adapte olan hayvanlarız. Çocuğun hayatta kalma ile ilgili temel motivasyonu ötekinin arzusunu kendi üzerinde toplayabilmek. Post-modern baba ile ya da katı Alman disipliniyle veya bizim coğrafyanın anababalarıyla kurduğu ilişkide çocuğun seçme şansı yok: zehir o küçük beyne bir şekilde zerk edilir. Sonra büyür çocuk. Çevresinde örülmüş olan kültürel sistem, çocuğa ne yaparsa, nasıl biri olursa ötekinin arzusuna kavuşacağının yollarını gösterir tekrar tekrar. İşte masum yavrumuzun masumluğunu yitirdiği an burada belirir: erişkinler dünyasına gözlerini diken çocuk, arzu nesnesi olma vaadiyle şişirilmiş kendi ideal halini görür. Bu ideal insan halleriyle kurulan her özdeşim, kimliği oluşturur. Savaşın içine doğan çocuklar, savaşan taraflardan biri olma, kendi tarafının kahramanı olma hayaliyle özdeşim kurduğunda, öteki tarafın yok edilmesi gereken bir düşman olduğunun tekrar tekrar hatırlanması, oluşan kimliğin dağılmamasının temel koşulu haline gelir. Çünkü bu yapılmadığında büyümekte olan özneye güven veren başka bir aidiyet olasılığı kalmamıştır, savaş tahrip etmiştir barışçıl kimlikleri. 

Batı’nın modern bireyine dönelim. Haneke’nin çizdiği resme göre nefretini ifade edemiyor, onunla yüzleşemiyor, buzlaşıyor bu birey. Diğer yandan toplum, kapsayıcı, ortak bir yasa etrafında birleşmiş görünüyor. Ölümcül kimliklere ihtiyaç azalmış görünüyor. Toplum sözleşmesinin, demokratik kurumların güven verici birleştiriciliği ile toplumsal alandan uzaklaştırılmış bir nefret söz konusu. Nereye gidiyor bu nefret? Bireyin iç dünyasında kayboluyor, bunun bedeli ise buzlaşma. Zamanı gelince gaddarlığa dönüşebilen bir soğukkanlılık. Toplumun, sınırların dışına ya da bireyin içine itilen zehirli bir şey. Toplumun dışında tutulmasının bedeli başka ülkelerdeki savaşlara yol açmak, silah ve asker desteği vermek. İhraç edilen nefretin yarattığı toplumsal trajedilerin alevler içindeki öteki coğrafyanın dışına taştığı durumda ise bir panik havası oluşur: sınırlar mültecilere kapatılır. 

Diğer taraftan, yaratılan barışçı toplumun farklı kimlikler konusunda daha toleranslı olduğu bir gerçek. Ama kendi içindeki farklı kimliklere karşı toleranslı bir toplumun, yabancı düşmanlığını bazı dönemlerde toplumsal bir refleks olarak hızla ortaya çıkarması bir tutarsızlık mıdır? Ya da burada acaba yapay bir denge mi var? Avrupa toplumlarının bütün dünyayı ateşe verecek bir cinnete karşı bağışıklık kazandığını söyleyebilir miyiz? Haneke filmlerinde belki de bunlara dair bir yüzleşme olanağı var. 

Batılıların toplum sözleşmesinde yani Babanın Yasası’nın toplumsal alana tercümesi olan ortak inanış ve kabullerin toplamında medeni bir başarı göstermelerine rağmen, bir Anadolu ninesinin sözüyle “Çok içlerine attıklarını” Haneke’nin çarpıcı anlatımıyla gördükten sonra bir kere daha emin oldum: nefret iyidir! Nefret iyidir çünkü yüzleşilebilir, dahası yüzleşilmesi gereken bir şeydir. Çünkü o bize ait bir şey, bizim ruhsallığımızın uyum sağlamaya dönük bir parçası. Eğer nefretle yüzleşmeden diyelim ki barışçı bir ahlakı savunuyorsanız aslında nefretten arınmıyorsunuz. Çünkü huzur ve barış iddiası ile ortaya atılmış olsa bile bir yasa varsa nefret de vardır. Hatta şöyle söyleyebiliriz: insanın (nefret dahil) bütün zavallılıklarının altında, zamanında maymuna benzer bir yaratıkken icat etmiş olduğu Yasa ile kurulan ikircikli ilişki vardır. Yasa hem ölümüne savunulur, hem yıkılmaya çalışılır ki yerine yeni bir yasa konsun. Bu yüzden yıkmak ve yapmak için ortaya atılan her ahlakın ontolojik trajedisi, kendiyle çelişmek zorunda oluşudur. Başka bir deyişle her ahlaki kuruluşun bir potansiyel olarak nefreti içerdiğini düşünüyorum. Buradan yola çıkarak psikanalizin şu savını da hatırlatmalıyım: çatışmalardan bütünüyle arınmış sağlıklı bir ruhsallık olamaz. Bunun toplumsal düzeydeki karşılığı da şudur: bir toplum, toplumsal gerilimlerin ve çatışmaların dışa vurulamadığı (yüzleşmenin olmadığı) bir barış inşa etmişse bunun bedeli başka bir yerde mutlaka ödenir, ödeniyordur. 

Ursula K. Le Guin’in bir öyküsü var: “Omelas’ı terk edip gidenler”. Karamazov Kardeşler’den esinlenerek, “Bir kentin mutluluğu her gün küçük bir çocuğa işkence yapılmasına bağlı olsaydı, kent halkı ne yapardı?” sorusundan yola çıkarak yazmıştır: 

Rengarenk sokaklarıyla, geçit alayları, güzel müziklerle dans eden coşkulu insanlarıyla güzel bir kenttir Omelas. Kral yoktur, kılıç da yoktur köle de. Uzaklarda kalmış bir masal kentini andırır. Hayal gücünüzün yettiği bütün güzellikleri içerir. Ama: 

“Omelas’ın güzel kamu binalarından birinin bodrumunda, belki de ferah evlerden birinin mahzeninde bir oda var. Kapısı kilitli, penceresi yok. Mahzenin bir yerindeki örümcek ağları bürümüş bir pencereden vuran küçük tozlu bir ışık tahtaların arasındaki bir çatlaktan sızıyor. Küçük odanın bir köşesinde, bir çöp kovasının yanında uzun saplı, kötü kokulu, pisliğe bulanmış bir çift süpürge duruyor. Yerler pislik içinde, dokununca hafif bir ıslaklık geliyor ele; mahzen pislikleri genellikle böyle olur zaten. Oda üç adım boyunda, iki adım eninde: bir sandık odası ya da kullanılmayan bir araç gereç dolabı. Odada bir çocuk oturuyor. bir kız da olabilir, bir oğlan da. Altı yaşında gösteriyor, ama aslında on yaşına yaklaştı. Geri zekalı gibi görünüyor. Belki sakat doğmuş, belki korku, kötü beslenme ve ilgisizlik yüzünden aptallaşmış. Kova ve süpürgelerin en uzağındaki köşede iki büklüm oturmuş, burnunu karıştırıyor, ayak parmakları ya da cinsel organlarıyla oynuyor. Süpürgelerden korkuyor. Onları korkunç buluyor. Gözlerini kapatıyor, ama süpürgelerin hala orada durduğunu, kapının kilitli olduğunu, kimsenin gelmeyeceğini biliyor. Kapı hep kilitli; hiç kimse gelmiyor, sadece zaman zaman -çocuğun zaman ve süre kavramı yok- kapı gıcırdayarak açılıyor ve birisi ya da birkaç kişi görünüyor. İçlerinden biri gelip çocuğu tekmeleyerek kaldırıyor. Ötekiler yaklaşmıyorlar hiç, yalnızca korku ve tiksintiyle süzüyorlar onu. Yiyecek kabı ve su çanağı çabucak dolduruluyor, kapı kilitleniyor, gözler kayboluyor. Kapıdaki insanlar hiçbir şey söylemiyor, ama bu odada doğmamış olan, gün ışığını ve annesinin sesini hatırlayabilen bu çocuk arada bir konuşuyor. “İyi olacağım” diyor. “Lütfen bırakın beni. iyi olacağım!” Hiç cevap vermiyorlar. Çocuk, eskiden geceler boyu yardım ister ve bol bol ağlardı, ama artık inliyor yalnızca: “ah-haa, ehhaa” ve gitgide daha az konuşuyor. O kadar zayıf ki bacakları çöp gibi, midesi kemiklerine yapışmış, günde yarım tas mısır ve lapa ile yaşıyor. Çıplak. Sürekli dışkısı üzerinde oturduğundan kalçaları ve baldırları pişik ve yanık izleriyle dolu. Hepsi, Omelas’ın tüm insanları onun orada olduğunu biliyor. Bazıları görmeye geliyor, diğerleri orada olduğunu bilmekle yetiniyor. Orada olması gerektiğini biliyor hepsi. Bazıları nedenini anlıyor, bazıları anlamıyor; ama hepsi de farkındalar ki mutlulukları, kentlerinin güzelliği, dostluklarının sıcaklığı, çocuklarının sağlığı, alimlerinin bilgeliği, zanaatkarlarının ustalığı, hatta hasatlarının bolluğu ve göklerinin berraklığı tümüyle bu çocuğun dayanılmaz sefaletine bağlı.” 

Haneke’nin filmlerinde anlattığı kentler Omelas’a benzer. Zindana kapatılmış olan ise hakikattir. Birey kendi zihnine hapseder hakikati, ülkeler sınırlarına gerdiği dikenli tellerin dışında tutar. Bizim tarafta ise Ortadoğu’nun bataklığına gömülen hakikat ölümcül kimliklere dönüşür, parçalanmış toplumlar birbirlerini kıyımdan geçirir. 

Bizim coğrafya belki daha dışavurumcu, daha az içe atıyor, hatta abartıyor: tartışmak yerine linç etmeyi seviyor buranın insanı ama nefret bağlamında ele aldığım hakikatle, dolayısıyla nefretle yüzleşebildiğimizi söyleyebilir miyiz? Bana göre çatışmanın sürekli içine çekilmek ve ölümcül de olsa nefretle sıkça hemhal olmak zorunda kalmanın hem bir trajedisi hem de potansiyel bir avantajı var. Trajik olan şey şu: ateş bir türlü sönmüyor ve bölünmüş halklar geçmişin travmalarıyla bir türlü yüzleşemiyor. Diğer yandan barış eğer bir gün bizim coğrafyaya da gelecekse bu, Batı medeniyetinin sözde telkinleriyle değil çatışmanın bağrındaki gerçek insanlarla olacak. Çünkü hem bilinçdışı süreçler anlamında hem de toplumsal anlamda çatışma ile kurulan gerçek bir ilişki, kurgusal insanı (Bkz Dasein) gerçek insana yani tarihin öznesine dönüştürebilecek yegane şeydir kanımca. Yüzleşmeden kastım bu. Çatışma kavramı ile bireyin ve toplumun bastırılmış ve bastırmadan kaçan bütün gerilimlerini kastediyorum. 

Savaş ve şiddetin çatışmanın yalnızca bir biçimi, dışavurumu olduğunu düşünüyorum. Şiddet karşıtı olmakla savaş karşıtı olmak aynı şeyler değil. Tutarlı bir savaş karşıtının şiddetle arası kötü olmayabilir. Şiddeti sevmek değil de şiddetten korkmamak, gözleri sıkıca kapatıp yok saymak yerine çatışmanın ve şiddetin gözünün içine bakabilmek mümkün.

Nefret’e dönersek, şiddet nefretin özü değildir hatta nefreti çözümler diyebilir miyiz? Toplumların yüzyıllar boyunca çeşitli biçimlerde yaptıkları kan dökme veya çeşitli şiddet temsillerini içeren törenlerde nefretin kronikleşmesini önleyen koruyucu bir mekanizma işliyor olmalı. 

Savaşa dönüşen nefret için ise olumlu bir şey söylemek niyetinde değilim. Çünkü nefret insan doğasına yabancı bir olgu olmasa da savaşlar için durum farklı. Savaşı “doğal” bir fenomen olarak ele almak yerine, savaşın doğasını anlama çabasını tercih ediyorum. Bunu etik bir konumlanış değil, bilimsel bir yöntem olarak önerdiğimi varsayalım. Çünkü savaş karşıtlığını ahlaki bir önerme olarak ortaya koyan öznenin, savaşa yol açan özne ile arasındaki fark ontolojik değil politiktir bana göre. Koşullara göre aradaki mesafenin kaybolduğunu, öznenin iki konum arasında kolayca yer değiştirebildiğini görüyorum tarihe bakınca. Bilimsel yöntem ise yasayı savunma veya korumayı değil yasayı (babanın yasasını) anlamayı tercih eder. Bu anlamda tercih ettiğim yöntemin nihilistik bir boyutu olduğunu da inkar etmeyeceğim. Bu yaklaşımın bir de iktidarı ve dolayısıyla savaşı meşrulaştıran muktedir retoriğe karşı bağışıklık kazandırma avantajı var. Başka bir avantaj da devrim kendi evlatlarını yemeye başladığında siz orayı çoktan terk etmiş olursunuz. 

Ora’yı terk etmek, Omelas’ın bazı gençlerinin tercihine benzer mi? Yorumu size bırakıyorum:

“Zaman zaman, çocuğu görmeye giden ergen kızlar ve oğlanlardan biri ağlayarak veya hiddetle dönmez evine. Daha doğrusu, evine dönmez. Kimi zaman daha yaşlı bir adam ya da kadın bir-iki gün susar kalır, sonra evini terk eder. Bu insanlar sokağa çıkar, sokakta bir başlarına yürürler. Yürüdükçe yürürler ve güzel kapılardan Omelas kentinin dışına çıkarlar. Omelas’ın tarlaları boyunca yürür dururlar. Her biri tek başına gider, oğlan veya kız, erkek veya kadın. Gece bastırır; yolcular köy sokaklarından, sarı ışık yanan pencerelerin arasından geçer ve tarlaların karanlığına doğru gider. Her biri, tek başlarına Batı’ya veya Kuzey’e doğru, dağlara doğru giderler. Yollarına devam ederler. Omelas’ ı bırakır, karanlığın içine doğru yürürler ve geri gelmezler. Gittikleri yer çoğunuz için mutluluk kentinden bile daha zor tahayyül edilebilir bir yerdir. Onu hiç betimleyemem. Belki de yoktur. Ama nereye gittiklerini biliyor gibiler Omelas’ı bırakıp gidenler.”